DÜNDEN BUGÜNE NELER DEĞİŞMEDİ Kİ?

Siyah lastik papuçlarla yoksulluğa direndiği bir mazinin, umut taşıyan esmer yüzlü çocuklarıydık.

Mehmet Sebih Altun

Bedenlerimiz duyguların şekillerine bürünmüş, dillerimiz anamızın sevgi
sözcüklerine hapsolmuş, bakışlarımız dünyaları içinde nakşeden bir deryaya
benzemiş, gözyaşlarımız sebepsiz damlar olmuş neye güleceğini bilmeyen
yüzümüze.

Bir kitap neyi anlatır anlamazdık. Bizden değildi kitaplar. Kelimeler
yabancı, cümleler duygusuz, sayfalar hayalimizi anlatmazdı. Bilmezdik
herşeye sahip olmanın hissini. Hikayeler bizden uzakta, yaşamımızın hiç bir
anında yaşanmayan anıları anlatırdı. Romanlarda geçen isimler bizde yoktu.
Duygularımız, anlatılmayan bir dilin, görülmeyen toz pembe yaşanmışlıkları
anlamakta zorluk çekiyordu.

Biz sabah elinde beslenmesiyle okula gidenlerden olmadık hiç. Sofranın şahı
gözlerimizin rengi zeytinler, ya ekmeğe sürülen salçanın izleri çıkmazdı
yanaklarımızdan.

Gülmek, bedenimizin zoraki mimikleriyle yanaklarımızı okşar, üzülmek nedir
bilmeyen, yaşamı bir umudun içine sığdıran gözlerimizi tebessüme boğardı
usulca.

Okuldan arda kalan zamanlarımız sağ omuzumuzda boya sandığı, sol elimizde
terlik ve dilimizde ‘ayna gibi/parlamazsa bedava abi’ sözcükleri.
Tırnaklarımız, siyah, kahverengi boyaların ahenkli duruşuyla, parmak
uçlarımız da cila ile yağlanmıştı.

Sokakların çamuruna bulaşmıştı umutlarımız. Ya gelecek ya gelmeyecek
belirsiz yarınlar bizi günümüzden uzaklara götürür, ayağımızı çeksek
papucumuz çamura saplanır, ayağımızı çamura banardı felek.

Bizim hiç bir zaman geç gelmeye zamanımız yoktu. Karanlığı görmeden evde
bekleyen iki çift göz vardı. Gitmeliydik. Elimizde telefon yoktu geç
geleceğimizi söylemek için.

Mahallelerimiz güleryüzle sabahlara uyanırdı. Hayvanların sesi yankılanırdı
kuşluk vakti. Şalvarlı annelerin ellerinde ince sopalarla hayvanları sürüye
yetiştirme telaşı, babaların küreklerle bahçe kazdığı, çocukların sırtına
yüklediği bilinmeyen bir dünyayı anlama metotlarının saklandığı çantalarla,
mavi önlükleri, abc yazılı yakalarıyla okula gittiği, işçilerin erkenden
ekmek için savaşacağı inşaatlara koştuğu bir dönemin ayak izlerini
taşıyordu.

Kışları sobanın üstünde kaynayan çorbanın düdük sesi kulaklarımızı
çınlatıyor, büyük tabaklara kaşıkla daldığımız yılların kokusu burnumda
tütüyordu.

Biz eskiden sevgi doluyduk. Ne babaya, ne anaya, ne büyüğe söz söylemezdik.
Karşı çıkmaz, kalp kırmazdık. Telefonumuz yok diye ağlamazdık. Oyuncağımız
yok diye kıyamet koparmazdık. Üstümüz başımız yok diye utanmazdık. Para
nedir bilmezdik.

Sonra büyüdük.

İhtiyaçlarımızı çoğaltılar. İçinden çıkılmaz bir hâle getirdiler. Maaşımızı
iki kuruş fazla verdiklerini zannettik. Sonra baktık ki yüzde bir kaç zam
alan maaşımız, yüzde yüzlere varan ihtiyaçlara yetişmez oldu. Kanaat
kalmadı, bereket yok oldu. Babalar yetişemez oldu. Evde yemek yapmaya
üşenen hanımlar ihtiyaçları karşılamak için başkasına yemek yapmaya
başladı. Misafirine bir bardak çay vermeye çekinenler onlarca kişiye çay
yetiştirmeye çalışır oldu.

Yetmedi yine.

Çocuklar meslek edinmeden büyümeye başladı. Çıraklık yok oldu. Okulu
bitirince yaşı büyüdü. İstediği bölümü bitiremedi işe giremedi. Okuması
fayda vermedi, iş bulamaz oldu. Artık meslek kazanmak için çıraklık da
yapamaz oldu. Sonra yüzbinlerce insan işsiz dolaşmaya başladı.

İhtiyaçlar gün geçtikçe artmaya, para ise değer kaybetmeye devam etti.
Paran yoksa kredi verir oldular. Olmayan paraları harcamaya başladı herkes.
Kartla olunca bedava sandılar, sarıldılar harcamaya. Herkes çılgınca,
olmayan ve oldurulan ihtiyaçları karşılamak için hunharca alışveriş yapmaya
başladı.

Şimdiler de;

Babalar mutsuz, anneler mutsuz, çocuklar mutsuz, çalışanlar mutsuz,
işsizler mutsuz .

İhtiyaçlarını karşılayamayan herkes mutsuz.

Mutlu bir nesilden intihara sürüklenen bir nesile evrildik.
Görünen tek şey sadece felaket.

Sevgi ile kalın

Mehmet Sebih Altun

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu